Ölemiyorum Bile…

Şişirip yelkenleri, açılma vaktin gelmiştir denize. Bilirsin ki ne fırtınalar, ne deli dalgalar beklemektedir seni. Korkarsın, terk edemezsin limanı, bir köşesine sığınırsın. Kabullenmesen de artık aşk bitmiştir, İşte son bu…

İçin hep hüzün doludur, bir türlü kabullenemezsin bittiğini. Gözlerinin içine bakıp seni seviyorum demesini beklersin. O sözler hiç çıkmayacak o dudaklardan bilirsin. Yinede umudun yeşildir, İşte hayal bu…

Gururlusundur, istenmediğin yerde durmazsın. An olur ki ne olur bitmesin dersin. Bu sözlerin dudaklarından nasıl çıktığına kendin bile inanamazsın. Oysa o yüzüne bakıp sadece gülümser, İşte acı bu…

Ondaki sıcaklığı kimsede bulamayacağını düşünürsün. Kimse onun gibi gülemez, onun gibi dokunamaz dersin. Ve kimseyi onun kadar sevemeyeceğini bilirsin. Kahredip başını eğersin önüne. İşte hüzün bu…

Nefes alamaz hale gelirsin, daralır için. Bir kaç saatlik derin bir uykuya hasretsindir. Bilirsin ki gözlerini kapasan da terk etmeyecektir hayali. Atarsın gecenin kollarına kendini, İşte huzur bu…

Ondan gelecek tek bir haberi umutsuzca beklersin Bir de beklemek ölüm gibi gelir insana böyle zamanlarda. Aslında ölüm fikride garip değildir artık sana. Geri dönerse diye ölemezsin bile, İşte sabır bu…

Hayat devam ediyordur ama her şey yarımdır, hep bir yanın eksik. Yüreğin eskisi gibi atmayacaktır, başka aşklarsa seni kandırmayacaktır. O başkalarıyla, mutlu bir hayatı yaşıyor olsa da, yine de sevginden vazgeçemezsin. İste aşk bu…

Boshwer, hep aynı masaL. “Hayat ve Ben” işte hepsi bu kadar…

Seni sana yazdım..

Zamanın gözbebeklerinden yuvarlanıp seni “sana” yazdım dün gece. Oysa yarın erken kalkacaktım. Göğsünde dikenleri taşıyan rüzgarların saçlarını yıkayacaktım gözyaşlarımla. Sütten yeni kesilmiş dağ ceylanlarını sabah ezanında uyandıracaktım. Uyumalıydım aslında. Kirpiklerim, uykuya hazırdı oysa. Ama ben seni düşündüm yıldızların siyahı giyindiği gecenin dar vakitlerde. Uykusuzluğumu taş dibeklerde dövüp ben seni ” sana ” yazdım dün gece. Yüreğimi kalem bilip sevdamı bıraktım mürekkebin sıcak koynuna. Yürek luğatindeki tüm kelimelerimle bir bir seni anlatmaya çalıştım. Seni ” sana ” yazdıkça , gözlerin parmak uçlarımı okşuyordu sanki. Dur durak bilmiyordum. Kalemin ucundan mürekkep değil bembeyaz yüreğinin mavi denizlerine “ben” akıyordum sanki…

Hatırlar mısın gülüm, seni sevdiğim zamanları. Gözlerini ilk gördüğümde; güneş, nadasa bırakılmış toprağa ekiliyordu. Yıldızlar, gecelere bir gelin edasıyla birer birer seriliyordu ” seni” yüreğime ördüğümde. Güneş, toprağa; gece, karanlığa; kelebekler, bahara ve ben sana sevdalıydım. Utangaç yanaklarına uzanıp gözlerimi pamuksu düşlere kapatmıştım. Sesin, hoyrat meltemlerin sarıldığı deniz kadar ılıktı. Dokunmaya bile kıyamadığım bir yürektin sen. Her gece uyurken gözlerine cicekleri taşırken gözbebeklerini inciteyeceğim diye korkardım. Gözlerinin içine bakmaktan çekinirdim. Her baktığımda buz dağının güneşin karşısındaki erimesi gibi gözlerindeki umut tanelerinin de erimesinden korkardım.

Bilirsin, ellerim küçüktür benim. Küçük ellerime düşleri giydirip yüreğinin resmini çizdim gökyüzüne. Alnındaki ince cizgileri işledim bulutların narin gözlerine.. Oysa irin toplamış acıları soğuk kaldırımlarda dövmekte usta olan ellerim, yüreğinin resimini gökyüzü tuvaline yapamayacak kadar acemiydi. Oysa alnındaki ince çizgileri bulutların gözlerine işlemekten aciz ve bir o kadar kabaydı…Gözlerini, suya; yüreğini semaya yazdım.Küçük ellerimle nasıl çizdim bilmiyorum ama dün gece seni ” sana ” yazdım.

Seni ” sana ” yazdığımda sen uyuyordun. Ay ışığı saçlarına beyazları giydirmişti.. Kangren gece, kirpiklerine yaslanıp delicesine umudu soluyordu.. Avuç içlerinde, rüzgarla olan kavgalarını bir türlü bitiremeyen hayırsız fırtınalar sabahın geceden ayrılışını bekliyordu. Oysa senin olan bitenden haberin yoktu. Sen, gül kokulu Melek’lerin omuzlarına göğsünü dayayıp sanki Cenneti soluyordun yatağında. Mavi denizler, karakışlara gelin gitmiş baharların tozlu dudaklarını yıkıyorlardı o masum gözlerinde. Önünde eğilip yüreğinin soluk alışını izledim.. Öyle duruydu ki gözlerin, öyle ılıktı ki nefesin; senden habersiz her nefes alışında nice yetim kırlangıçlar sıcak iklimlere kanatlanıyordu. Yağmurun toprağa düşerken nabzı atmıyordu.. Çünkü sen uyuyordun. Sen hulyalarda Cenneti soluyor ve huzur şehirlerini bulutların üzerinde izliyordun.. Hiçbir sey bu güzelliği bozmamalıydı.. Ve karanlık sırf sen uyanmayasın diye cığlıklarını yüreğine gömüp dudaklarını kanatarak yeni günün doğumuna sessizce tanıklık ediyordu…

Birazdan zaman; yeni doğacak sabahın, arsız karanlığın esaretinden kurtulup özgürlüğüne kavuşma çığlıklarına gebe kalacaktı. Güneş, perdelerine eğilip baharın umutlarını fısıldayacak. Saçların, bir karanfil kadar güzel kokacak. Ve ben bir nefes kadar yakında seni izliyor olacağım. Zannetme ki, yanındayım. Ben, senin tarafından sevilmenin verdiği güçle, yeni filizlenmiş ciceklerin dallarını kıran fırtınalara kafa tutacağım. Uykusunu almış ceylanları uyandırıp senin gül desenli yanaklarına salacağım. Ve avuç içlerinin terine kıyamadığım için rüzgarın peşine düşüp yüreğine ılık meltemleri yollayacağım. Ve akşam olup sen uyuduğunda ben senin yüreğine geleceğim. Dün gece kaldığım yerden seni ” sana ” yazmaya devam edeceğim..

Birisini tapmak…

Tapmak…

Sözlük anlamı: “Tanrı diye tanımak, kulluk etmek; tutku ile sevmek, bağlanmak.”

Aslında ne kadar çok anlamlar ve ne kuvvetli duygular uyandırır bir insanın kalbinde ve beyninde bu kelime….

Tapmak…Birisine tapmak….

Ya da birisi veya birileri tarafından tapılmak…

Oscar Wilde, “Dorian Gray’in Portresi” adlı romanında, bu kelimeyle ilgili, “Keyfin ne demek olduğunu biliyorum ben: Birisine tapmak…Evet, bu tapılmaktan iyidir, tapılmak can sıkıcıdır…” der.

Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz?

Birisine tapmak mı? Yoksa birisi veya birileri tarafından tapılmak mı?

Günümüzde çoğu insanın tapılmayı tercih edeceğini düşünüyorum her ne kadar Oscar Wilde bunun can sıkıcı olduğunu düşünse de…

Tapılmak can sıkıcı olsa bile, tapmak genelde acı verici ve karşılıksız olarak düşünülen bir kavramdır.

Çünkü birisine tapmak demek, onu bir ilah, bir Tanrı veya Tanrıça olarak görmek demektir….

Bu ilginç bir metafordur, ama Oscar Wilde birisine tapmanın gerçekten de keyif verici olduğu konusunda ısrarlıdır…

Bir insana taptığınızda, onu göremezsiniz ama hayalinizde yaşatırsınız…

Bir insana taptığınızda, ona yakın olamayabilirsiniz, ama soyut olarak onu kendinize çok yakın hisseder, dahası, tüm dünyanızı onunla doldurursunuz…

Bir insana taptığınızda, ona yüklediğiniz anlamlardan oluşan değerli bir imge oluşturursunuz; ve bu imgeyi seyrederek, onu düşünerek, onu hayal ederek, onu yaşayarak; bu yaptıklarınızdan “haz alma” hissine sadece siz sahip olursunuz…

Sadece sizin sahip olacağınız bir hissi yaşamak bile, gerçek bir keyiftir denebilir…

Sigaradan, alkolden, kısa zamanlı gönül ilişkilerinden ve anlık paylaşımlardan elde edilebilecek bir keyif değildir bu; çünkü bu keyfin kaynağı size aittir, size özeldir…

Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, bence bir insana tapmak her insanın yapamayacağı ve gerçek hazzın yaşanabileceği tek şeydir…

Çünkü tapan insan yaşayabilir bu keyfi, bu eşi bulunmaz hazzı…

Bir de tapılmak var, madalyonun diğer yüzünde…

Bir insan size tapıyorsa, siz sadece o insan için özelsinizdir…

Bir insan size tapıyorsa, o bundan zevk alırken, siz bir o kadar rahatsızlık duyabilir, hatta bu “tapılma” olayını görmezden gelmek isteyebilirsiniz…

Bir insan size tapıyorsa, bazen buna şaşırır, sonra sevinir, sonra kabul edersiniz…

Ve sonraları da, size tapan bu insanın bir gün hayatınızdan çıkıp gitme korkusuyla, paranoyaları ve şüpheleriyle örülmüş bir ağ içine giriverirsiniz…

Başlarda tapılmak güzel gelebilir ama sonraları siz de bir insana tapmayı isteyebilirsiniz… Çünkü belli bir süre sonra can sıkıcı olur başkasının size tapması; sizin için en olmayacak şeyleri yapması; ve o tüm bunları yaparken sizin varlığınızın bir imge olarak sadece onun dünyasının bir parçası olması….

Bir insana taptığınızda….Onun tutsağı olabilirsiniz; çünkü bir insana tapmak demek onu tutku ile sevmek demektir…

Tutku ile aşk arasındaki fark ise; tutkuda sizin, aşkta ise onun önemli olmasıdır…

Madem bir insana tapmak, ona tutku ile bağlanmak demek; ve bu denklem içinde önemli olan sizsiniz; söylesenize…bundan daha güzel bir keyif var mıdır?

Bir insana tapıyorsunuz….

Onu kendi dünyanızda istediğiniz gibi görüyor ve yaşıyorsunuz… Aşktan daha kuvvetli bir duygu olan tutkuyu en ateşli haliyle yaşıyor ve önemli olan taraf siz oluyorsunuz. Dahası, acı çekiyorsunuz, yalnız hissediyorsunuz, hiç olmadık hayaller kuruyorsunuz ama tüm bunlardan zevk alıyorsunuz… Keyif alıyorsunuz…

Aynı kitapta, Oscar Wilde ilginç bir şekilde şu ifadeyi kullanır: “Bir hevesle sonsuz bir aşk arasındaki tek fark, hevesin biraz daha uzun sürmesidir.”

Evet, karşınızdaki insana karşı hissettikleriniz ister bir heves olsun ister sonsuz bir aşk; her ikisi de eninde sonunda bitecektir…

Ama, birisine tapmak… Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, bence yaşamınızın sonuna kadar sürebilecek tek gerçek keyiftir…

Bir insana taptığınızda, onu göremezsiniz ama hayalinizde yaşatırsınız…

Bir insana taptığınızda, ona yakın olamayabilirsiniz, ama soyut olarak onu kendinize çok yakın hisseder, dahası, tüm dünyanızı onunla doldurursunuz…

Bir insana taptığınızda, ona yüklediğiniz anlamlardan oluşan değerli bir imge oluşturursunuz; ve bu imgeyi seyrederek, onu düşünerek, onu hayal ederek, onu yaşayarak; bu yaptıklarınızdan “haz alma” hissine sadece siz sahip olursunuz…

Razı mısın…

evinin seni içine sıgdıramayacak kadar dar oldugunu
fark edeceksin…
sokaga firlayacaksın…
sokaklar da dar gelecek…
tıpkı vücudunun yüregine dar geldigi gibi…
ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl
gökyüzü…
kendini tasıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir
yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin…
birileri sana bir seyler anlatacak durmadan…
“önemli olan saglık.”
“yasamak güzel.”
“bos ver, her sey unutulur.”
sen hiçbirini duymayacaksın…
göz yaslarından etrafı göremez hale geleceksin…
ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az
sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok
seveceksin…
hep ondan bahsetmek isteyeceksin…
“ölüme çare bulundu” ya da “yarın kıyamet
kopacakmıs” deseler basını
kaldırıp “ne dedin?” diye sormayacaksın…
yalnız kalmak isteyeceksin…
hem de kalabalıkların arasında kaybolmak…
ıkisi de yetmeyecek…
geçmişi düşüneceksin…
neredeyse dakika dakika…
ama kötüleri atlayarak…
onunla geçtigin yerlerden geçmek isteyeceksin…
gittigin yerlere gitmek…
bu sana hiç iyi gelmeyecek…
ama bile bile yapacaksın…
biri sana içindeki acıyı söküp atabilecegini
söylese,kaçacaksın…
aslında kurtulmak istedigin halde, o acıyı
yasamak için direneceksin…
hayatının geri kalanını onu düsünerek geçirmek
isteyeceksin….
aksini iddia edenlerden nefret edeceksin…
herkesi ona benzetip…
kimseyi onun yerine koyamayacaksın…
hiçbir sey oyalamayacak seni…
ılaçlara sıgınacaksın…
birkaç saat kafani bulandiran ama asla onu
unutturmayan.
sadece bir müddet buzlu camın arkasından
seyrettiren…
bütün sarkılar sizin için yazılmıs gibi
gelecek… bogazın dügümlenecek,
dinleyemeyeceksin…
uyumak zor, uyanmak kolay
olacak…
sabahı iple çekeceksin…
bazen de “hiç günes dogmasa” diyeceksin…
ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler…
ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin…
belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne
çıkana sarılmak isteyeceksin
nafile…
düsüncesi bile tahammül edilmez gelecek…
rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istedigin…
her sıçrayarak uyandıgında onun adını söyledigini
fark edeceksin…
telefonun çalmasını bekleyeceksin…
aramayacagını bile bile…
her çaldıgında yüregin agzina gelecek…
aglamaklı konusacaksın arayanlarla…
yüregin burkulacak…
canın yanacak…
bir daha sevmemeye yemin edeceksin…
hayata dair hiçbir sey yapmak gelmeyecek içinden…
onun sesini bir kez daha duymak için yanıp
tutusacaksın…
defalarca aradıgi günlerin kıymetini bilmedigin
için nefret edeceksin…
yasadıgın sehri terk etmek isteyeceksin…
onunla hiçbir anının olmadigi bir yerlere gidip
yerlesmek…
ama bir umut…
onunla bir gün bir yerde karsılasma umudu…
bu umut seni gitmekten alıkoyacak…
gel gitler içinde yasayacaksın…
buna yasamak denirse…

****
razı mısın bütün bunlara…?
hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye
işte o zaman aşık olmaya hazırsın demektir …

Özlemeyi özle…

Olması gerektiğinden biraz daha ağırım şimdi. Biraz daha yağmurda ıslanmış, üşümüş gibi. Yorgun ve garip olan bu akşamda döküyorum bu kağıda yalnızca sana kalan son sözlerimi. Bir daha asla konuşmayacağım seninle. Umarım gelirsin, umarım anlarsın yaptığın hatayı. Amacım seni süründürmek değil, yaptığın hatayı bir daha yapmamanı sağlamak. Benim defterim kapanmıştır çünkü artık. Bir kez daha açılması mümkün değildir. Herkese büründüğüm o maskeyle senin de karşına çıkmam çok da zor değil inan. Çevremde beni seven herkese ben üzülmüyorum iyiyim numarası yaparken, hiç tanıyamadığım sana mı yapamayacağımı zannediyorsun. Açta kulağını iyi dinle o zaman. Pişman olacaksın. Pişman olacaksın beni bu kadar üzdüğüne. Belki benim yüzümden değil, ama türlü sebeplerden pişman olacaksın. Çünkü sen busun. Bunu hep yapacaksın. Hep kontrollü yaklaşacaksın, hep kontrollü seveceksin.
Aşk ne demek bilmeyeceksin hiçbir zaman. Hissetmeyeceksin o risk alıcı duyguyu. Aşk, tüm riskleri göze alabilmektir. Aşk, düşü gerçekte,gerçeği de düşte yaşayabilmektir. Aşk, yakaladığın anda kaybetmekten korktuğun tek şeydir. Seni, kaybetmek duygusu bile derinden yaralarken, onun için her fedakarlığı yapabilmektir aşk. Aslında formülü basittir. Bir oyundur, bir stratejidir. Ne bulunduğun yerde ol, ne de olduğun yerde bulun. Tek olay bu. Bunu yapabildiğin an, aşkın güzellikleriyle tanışır hislerin. Aşkın güzelliğiyle yeniden doğarsın sanki. Yüzüne gülümseme yayılır, hiç kapatamazsın ki ağzını. Ağzını açık tuttuğunda aşkın her damlasını daha fazla içine çekmiş zannedersin kendini. Daha fazla senin gibiymiş gibi.
Ama aşkı formülüne göre oynamazsan, benim gibi olursun işte o zaman. Benim gibi boynu bükük, yazı yazma peşinde koşan bir yazar olursun yalnızca. Aşkı bucak bucak arayan, bulduğu anda da kaybetmeye meyilli bir yazar. Onun için aşkım; özlemeyi özle her zaman ve özlen özlenebildiğin kadar…
Bundan sonra sana söyleyebileceğim tek cümle, bir insanın değerini yalnızca karşıdaki insan belirler ve değersizmişsin ama çok değer vermişim…

Dua çiçeğim..

—Gidişinden aylar sonra cevap hakkımı kullanıyorum dua çiceğim..—

Gidişin bir Kasım günüydü. Beyaz karların şehrimi istilasında öğrendim gidişini..Gittin, sevginde bir bahar göremeden çekip gittin.. Ben bu satırları yazarken kim bilir sen gerçeğin aynasında yarınlara dair düşler kurmaktasın..Ben ise yalnızlığa inat kırdığın yüreğimden kalan son parçalarıyla birşeyler karalıyorum işte. Sakın üzerine alınma bu satırları. Toprağa gömülmüş bu ayrılığı kaldırıp yeniden filizlendirmek değil niyetim. Bu satırları sen okuyasın diye değil , gidişinden sonra içimde biriken bir avuç fırtınayı fakir satırlarımda yakmak istediğimdendir sevgili. Gidişin hala gözlerimin önünde. Son oynunu oynamak üzere sahneye cıkmış figüran gibi yalnızlığın suflelerini okuyup gittin…

Gittin. Yüreğinde baharları beklerken rüzgarı koynuna alarak gittin..Sessizce gittin, kör uçurumlara saldım düşlerimin kırık kovalari. Hani bir zamanlar yüreğine umut taşıyan kırık kovalarım var ya.. İşte o kırık kovalarla sensizliğin kör saatlerinde hep gidişinin öfkeleri taşıdım yüreğime. Her kovada sensizlik yağdı üzerime. Her kovada cayır cayır yandı düşlerim..Ama hep sustum.. Sahipsiz çığlıkları yükledim yamalı heybeme.. Azık diye bildiğim gülüşleri aradım durdum yalnızlığın güneş görmeyen köşelerinde..Yollara koyuldum, pusulasız halimle. Seni aradım, tek bir kelime etmeni bekledim.. ” Hoşcakal ” kelimesinin dudaklarından yüreğime hançer gibi inmesi bekledim..

Gittin, tek bir kelime etmeden. Anılarımızı kibritsiz yakarak gitmiştin. Gittin oysa ben yüreğime nice yalanlar söyledim bir gün dönecek diye.. Pembe yalanlarla avuttum kendimi. Yalanlarla avutmasam kendimi; ayrılığın soğuk teriyle korkusuzca yüreğime dayacaktim kör kurşunları.. Oysa ben ölmeyi değil; senin uzaklarda ama bana bir nefes kadar yakın olan varlığında yaşlanmayı istiyordum. Pembe yalanlarımdan düşler kurup gelmeni bekledim sevgili.. Sakın yanlış anlama sevgili ; benden önce kurduğun hayatı ellerinle yıkıp ikimizin mavi düş tarlasına geleceğine dair düşler değil kurduklarım. Bir gün dönüp ” Gidiyorum, Hoşcakal ” kelimelerinden ibaret kuru cümleyi alnımın yazgısına yapıştırıp son kez ait olduğun yalnızlığa dönmene dair yalanlar, düşler büyüttüm yüreğimin soğuk köşelerinde..

Gittin, “dua çiceğim” bildiğim yüreğinden ” yüreğime” bir veda sözcüğünü esirgeyip gittin. Hani dönülmez sözler vermiştik birbirimize. Şimdi yeminleri tutmayan tek benmişim gibi tüm tövbelerin adaklarını acılarla ben ödüyorum; sen değil !Hani aynı gözle ağlayıp aynı yürekle gülümseyecektik biz. Hani sarı denizlerin üzerinde ” vuslata” kulaç atacaktık seninle.. Öğretmenliğe başladığın okul yolunda ayakların yorulmasın diye sırtını sana seren bu yüreğe çok mu gördün bir veda kelimesini.. Çok mu gördün bunu sevgili ? Nefesim diye övündüğün bu sevdayı bir ayrılık cümlesiyle bitirememek niye sevgili ? Suskunluğun elbisesini çıkar üzerinden.. Susma sevgili.. Tek bir kelimenle ölmeye hazır yüreğime tek bir söz söyle hadi.. Kurşunları kelimelere ilmekleyip, son infazını boynuma geçir sevgili….

Biliyor musun gidişinden aylar sonra bile içimde kanıyor gidişinin sessizliği.. Gidişinin tek kelimeye bile sığdırılamayan ezikliği hala sırtımda kambur. Yüreğim hala kırgın, gözlerim hala ıslak. Hala böğrümde suskunluğun bıçaksı dişleri. Üzerime giyindiğim elbiseden göremediğin irinleşmiş yalnızlığın duruyor göğsümde.. Belki de senden kalan tek şey bu.. İrinleşmiş yalnızlığın.. !

Ayazlara gebe kalmış yüreğimle konuşacak o kadar cümlelerim var ki.. Şimdiye kadar hep sen üzülmeyesin diye dudağımı büküp kelimelerimi ezdim dilimin ucunda. Ayrılık kelimelerini erteleyip bir gün tekrardan gelip gidişinin son kelimesini edeceksin diye bekledim durdum. Beklerken seni, sabır zırhını giyindim üzerime. Sustum, bir dağ gibi. Kurudum bir yaprağın sonbahardaki ölümü gibi. Yavaş yavaş ve içten içe… Ölmeyi bekleyen bir çınar ağacının solgun yapraklarını görüp köklerini bedeninden koparması gibi bende yüreğimden düşlerimi kopardım. Acıta acıta ve yavaş yavaş… Oysa öfkelere bürünüp kilit vurduğum dudaklarıma gidişin acısını anlatsam fırtınalar kopacaktı mavi denizlerimde. Belini kırıp yalnızlığın gölgesinde oturan yaralarıma bir dokunsam denize kavuşmaya hasret bir göl gibi avuç avuç kanayacaktı yüreğim. Damarlarımdan taşacaktı ayrılığın zehiri.. Biliyorum, beni ezip taşacaktı. Bentler kuracak olsam da yıkılacaktı önündekiler teker teker. Keşke bendeki sessizliği , yüreğimdeki ezikliği görüp son kez gelsen.. Toprağa gömülmüş aşkı tekrar filizlendirmek için değil; köklerinde yanan öfkeleri susturmak icin gelsen..Son kez ölümü dudaklarıma değdirip keşke kangren yaralarıma tuz diye gidişinin közlerini bassan sevgili..

” Dokuz aylık acının,
Son doğum sancılarıydı yüzümde gizlediğim.
Kangren olmuş yanlızlığın,
Son satırlarıydı alnıma çizdiğim.
Artık toprak olmuştur sevdan,
Bir sayfa değildi üzerine kapanan;
Vefasız sevdanın ölüm fermanıydı
Tozlu raflara kalkan……”

Kırılma noktası..

Yokuş aşağı bir yolda, yolun eğimine bırakmış kendimi ilerlerken, Eylül hüznüyle üşüyor yüreğim ve git gide solan bir maviye benziyor hayat…

Kısa ve öz bir bildirge son sayfada…
Bildiren kimliği, bilgilendirmiş sayıyor kendini…
Ve bilgilenmiş farzediyor bildirilen kimliği…

Yan yana düşmüş ve sahipsiz bir kaç kelime, boş bir sayfanın iki satırında ince bir sızı gibi asılı dururken, sessiz bir film gibi akıp gidiyor hayat, sahneler arasındaki kopukluk anlaşılamadan…

Kaç kelime içimize hapsedilmiş sorulara yanıt olabilir ki?

İnadına bir çözümsüzlükle, faili meçhul bir cinayet dosyası gibi tozlu raflara kaldırıldığında aşk; iğreti kalıyoruz…

Muhatabı olmayan her söz kadar anlamını yitiriyor ve şahitsiz kalıyor hayat…
Yakamızı bırakmayan bir eksiklik duygusu…
Hiç bir yere not düşülmüyor artık hiç bir söz…

Yaşamaktan daha zorlu bir sınav yokken, hangi not belirler, tekrarı olmayan bu sınavdaki başarıyı?

Barikatlar kurulsa da yollar üstüne, ölümün ölümsüzlüğüne uzanıyor bütün yollar…
Bir siper ardına saklanıyor kaçak yolcu…
Baştan sona yazılamıyor hiç bir masal…
Her masal biraz eksik ve biraz yarım…
Bir yıldız kayıyor…
Bir kahraman eksiliyor masalımızdan…
Ve her ölüm, kendi ölümsüzlüğünün destanını yazıyor…

…..

Bir avuç hayal, nafile umutlar gibi akıp gitti hayatımızdan…
Parça ve bölüktü…
Kırık bir aynaya bakar gibi baktık…
İnandık ona da, her yalan gibi…
Kırılma noktasını çoktan aşmıştık…
Vazgeçilmiş ve tuz-buzken her şey …
Daha fazla kırılamazdık…

Hangi düşten daha gerçektik?

Yaralarımız kadar emin olduk geçmişin gerçekliğinden…
En çok anımsadığımız, en derin yarayı bırakandı…
Her ulaşılamayan kadar sevdik ulaşılmayanımızı…
Ve sonra anladık ki;
Bir gölge oyunuydu aslında hayat…
Düşlediklerimiz düşlediğimiz kadar var oldular…
İzin verdiğimiz kadar yaralayabildiler…
Daha ötesine güçleri yetmezdi…
……..

Susuz bir yazın kuruttuğu, solan bir bahçede, en coşkulu yeşilin izlerini ararken gözlerim, inadına güzün kokusu siniyor üstüme üstüme…

Ruhum..

Ruhum, kapalı kapılar ardında kilitli.

Denize nazır bir yerde bıraktım bedenimi..

Benden ayrıldığında çok uzaklarda olacağını fısıldıyordu kulağıma..

Korkmadım onsuz olmaktan ve belki de kavuşma ümidiydi benim ki..

Dön deme çabası..

Kırgın değilim ruhumu bedenimden ayırmayı başarana..

Üzgün değildim kaldığım uzak diyarlarda..
İnsan bazen vazgeçer sevdiğinden, ruhuna eşdeğer saydığı da olsa…

Ayrılıklar da ölüm gibi gelmez mi zaten hep..
Derin bir acı hissetmez mi insan..

Çözümü zor olan sisli sokaklarda çaresizce dolaşmaz mı?

Mecbur hisseder kendini başını alır gider, geride sadece loş hüzünler, iç sızlatan anılar, kalır..

Ne yapmalı sorusunu defalarca kendine sorar, o kadar sorar ki tek başına yalnızlık oyununu oynamak istemez..

Sahneye çıkmak zorundadır ama..

Perde açılır… Ruh, kapalı kapılar ardında kilitlide olsa, biraz aralar kendini..

Ama yorgundur, ürkmüştür, kendinden emin değildir..Yalnızlığı önünde sonunu göremediği bir yol olmuştur..

Karanlık bir sahnede başlar oyun, bu aslında ruhun bedene savaşıdır..

Ruh söze başlar: ‘ Yıprandım ey beden.. Sevdim riyakarlık gördüm, sevdim sevdiğimden emin, ama ne buldum kırık dökük ruhlar gemisi.. Yıkıntı yürekler, kayıp düşler, kendi olmayıp başka maskeleri yüz seçenler.. Buna rağmen sende can bulmalı mıyım?’

Ardından Beden söze girer : ‘ Biz bir insanı insan yapanız. Bunun farkında mısın? Sen ve Ben birlikte olamazsak nasıl ayakta durur insanoğlu..’

Ruh sinirlenerek: ‘İnsanoğlunun ayakta durup durmaması umurum da değil artık..Ne gördüysem gene onlardan gördüm.. Varlığımı bertaraf ettiler.. Kendimi ağlar olarak buldum, gece yarıları sokak aralarında.. Sabahlara kadar dolaştım rahatlamak adına.. Sonra deniz.. Denizle dertleştim biraz.. Hırçın dalgalarında o bile kendine göre haklıydı ben haksızken..
Sonra rüzgar.. Bana dokunamazsın derken tam..Sana dokunma gayreti içinde değilim diyerek geçti gitti.. Ben sensiz bir hiçmişim.. Tüm varlığı idare eden ben..Koca bir Hiç! Ben olmasam sen yoksun.. Soyut ve her şeyi çeken niye ben..?’

Beden geri çekilir gibi olur ve : ‘ Evet, haklısın galiba, bu kadar çabuk pes etmek.. ama haklısın… Ne zaman sen benden gitsen artık tutmayacağım seni! Bu sefer kazandın Ruh..
Bu sefer sen Kazandın…! Özgür olmayı hak ediyorsun sen. Benden ayrı olmayı.. Ben insanı yürütürüm. Sen durup, düşündürür, duygular buhranına sokar çıkarsın. Bu sefer sen kazandın Ruh.. Özgürsün..

Seni sevmek..

Seni sevmek, bana hayatın ne kadar anlamlı, nefes alıp verişimin bana verilmiş kocaman bir hediye olduğunu gösterdi. Sabahları yeni güne kocaman bir gülümsemeyle başlamanın tadına vardım. Hiç bir zaman bir anlam yüklemeyi başaramadığım yıldızların hepsinin artık başka başka bir sürü anlamı var. Onlara her baktığımda; birsinde gözlerini, birisinde gülüşünü, bir diğerinde ise senin bana hediye ettiğin yaşama sevincimi görüyorum. Ve onlara her baktığımda Allah’ıma binlerce defa şükrediyorum. Beni senin gibi bir hediyeyle mükafatlandırdığı ve seni hayatıma soktuğu için… İnsanın hayatta kendini şanslı hissetmesi kadar güzel bir şey olamaz herhalde! Benim de kendimi şanslı hissetmemi sağlayan sensin. Senin sevgin… Sen doğan yeni günüme en büyük sebepsin.

Seni sevmek, sanki bütün dünyaya kafa tutmak, bütün kötü şeyleri pembe görmek… Hoş sen yanımda olduktan sonra gerekirse dünyaya da kafa tutarım. Bilirim ki sevgin, aşkın yanımda. Bilirim ki düşsem de, yenilsem de beni kaldıracak olan eller senin ellerin… korkmam bu yüzden. Çünkü sevmenin ne kadar güçlü, ne kadar yüce bir duygu olduğunu sen öğretin bana… Seninle birlikte yeniden doğdum ben, seninle emekledim, seninle yürüdüm, ilk sözcüklerimi senin yanında söyledim. ilk göz yaşlarımı senin için döktüm. Anlayacağın hayatımı seninle en baştan yaşadım, her şeyi sende temize çektim ben. Hatalarımı, günahlarımı, aşklarımı…

Tek korkum seni kaybetmek… Senin beni, sadece ikimiz için kurduğum dünyamda dünyamızda tek başıma koyup gitmen… tek korkum her yeri seninle, kokunla dolu olan bu yerde beni senden, senin o güzel gözlerinden mahrum bırakıp gitmen. Ben senin gözlerinin içinde boğulmaya razıyım. Yeter ki bana olan sevgin, aşkın eksilmesin dilinden…

Yepyeni bir sayfada..

Ben ve yanlızlığım vardı uzun zamandır. Kimselere vermek istemediğim, bir türlü güvenemediğim bir kalbim vardı benim. Sen girdin hayatıma birden bire hiç beklemediğim bir anda. İzinsiz bir yolcu gibiydin, ben ise birçok zaferler kazanmış ve birçoğuna geçit vermemiş bir bekçi. Karşı koymak istedim diğerleri gibi. Ama bu sefer olmadı işte yapamadım, durduramadım seni. Bir şekilde dokundun kalbime ben istemeden. Sonra bir çocuk buldun bende daha benim bile bilmediğim, tanımadığım. Varlığından bile habersizdim oysa onun. Çok korktum ondan, çekindim çünkü o daha sadece küçücük bir çocuktu ve beni değil seni dinliyordu. Saf, tertemiz, dürüst, düşünmeden hareket eden, yalan nedir bilmeyen ve senden başkasını gormeyen bir çocuk. Ben yoktum artık bedenimde bir başkası vardı ve beni o yönetiyordu. Bu çocuk senindi ve korkarım senin kollarında büyümek istiyordu. Güvenebilirdin ona sarılabilirdin sıkı sıkı zaten gitmeyede pek niyeti yoktu. Oysa sen güvenmedin ona belkide güvenmek istemedin, onun yerine oyunlar oynamayı seçtin…

Senin yanındayken çok masum ve iyi gorunuyordu.Sürekli gülen, keyifli, konuskan, hayata bağlı. Ama sen birden bire gittin ve ben başbaşa kaldım o çocukla. Dışardan baktığımda tanıdığımı sanmıştım o çocuğu ama yanılmışım. Hırçın, inatçı, mızmız, susmak nedir bilmeyen, zaman zaman ağlayan bir çocuk olmuştu birden bire. Ve ben onunla nasıl başedeceğimi bilmiyordum. Bildiğim tek şey vardı, o seni yanında istiyordu. Ben de onu susturmak için tek çare olarak bile bile seninle oyununu oynadım. Ve bir söz verdim ona, bu hikayede iyi veya kötü bir son elde etmeden vazgeçmeyeceğime, çekip gitmeyeceğime…

Haketmediğim şeyler yaptın bana, senden duymak istemediğim sözler duydum, kimselere yapmayacağım şeyler yaptım. Çünkü o susmak bilmiyordu bir türlü, mızmızlık yapıp durdu, bir şekilde vazgeçip giderken hep yollarımdan dondurdu beni. Ve rahatlamadı içi bir türlü, bu hikaye böyle bitemez dedi ve hiçbir zaman yetmedi yaptıklarım zaten benim üzülmem veya canımın yanması umrumda değildi.

Oyunun kahramanı olmaktı istediğim ve bunun için uğraştım uzun süre, hiçbirşeyi bozmadan veya seni kırıp üzmeden bitmesini istedim oyununun ama olmadı işte. Olmadı diyorum çünkü sen birkaç ayrıntıya takılıp kaldın. Ellerimi uzattım sana ama sen tutmadın, bitirmedin oyununu. Ben kendimden küçücük bir çocuk için vazgeçmişken, böyle bu şekilde yaşamayı seçmişken, senden ise sadece oyunun sonunu değiştirmeni istemiştim. Çok mu fazlaydı bu isteğim gerçekten? Çok mu zordu istediğin şekilde bitmesinden vazgeçmen? Benimkinin yanında çok küçük bir istekti oysa…

Seninle buluşup buluşamamız adeta sadece bana bağlıydı ve bu benim hiç hoşuma gitmiyordu. Uzadıkça canım sıkıldı, özleminle çekilmez katlanılmaz oldu ve ben yoruldum, pes ettim sonunda. Ve tabi o susmak bilmeyen çocuk… Ve ben yıktım herşeyi. Çünkü gelmeyecektim artık bu kadardı gücüm. Benim kadar üzülüp acı çekmeni istemedim. Beni umutla beklemeni istemedim. Çünkü seven birinin elinde umutları varsa ve karşısındakini bir türlü kötüleyemiyorsa ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemiyor. Hergün yollarını gözlüyor, bir haber alabilmek için her kapıyı zorluyor…İşte sadece bu yüzden bile bile üzdüm seni, canını yaktım, yok ettim o küçük çocugun umutlarını. Ama o çocuğa verdiğim sözümü tuttum, bir son yarattım hikayeye. Ben senin vazgeçip gitmeni bekliyordum aslında, sadece bir veda bekliyordum…

Sonunda susturdum onu işte.Ama o bana küstü seni üzdüğüm için ve kaçtı gitti.Bilmiyorum şu an nerelerde, ne halde, ne yapıyor. Artık benden hiçbirşey istemiyor veya beklemiyor. Çünkü gayet iyi biliyor sana çıkan tüm yollarımı yıktığımı. Gayet iyi biliyor daha fazla birşey elimden gelmediğini. Sana gelmelerimin yasak olduğunu. Şimdi bir hücredeyim ben sözlerimiz ve yaptıklarımızla inşa edilmiş. Beni burdan çıkarmanın anahtarı sadece sende, senin sesinde, birkaç sözünde…

Kim bilir belki birgün bulabilirsin beni buradan çıkarabilecek gücü içinde. Belki affedebilirsin birgün beni aynı benim seni affettiğim gibi. Çünkü bilirsin çocuklar küsemez kimseye sadece dargın kalabilirler bir süre. Sonra unutulur gider tüm yaşananlar kocaman sevgi dolu kalplerinin içinde. Çıkarabilrsen beni işte o zaman hayal olmaktan kurtulur aşkımız ve belkide yepyeni bir sayfada tekrar birbirmizin oluruz…